23 Kasım 2010 Salı

I. A. SANAT NEDİR ( 1 )

Yüz yıllardır filozofların, sanatçıların, toplum bilimcilerin anlamaya çalışırken anlatmak istediği ve bu çabaların sonucu olarak da betimleye geldikleri sanat kavramı, çok farklı şekillerde tanımlansa da her tanım yeni bir tanıma kapı aralamış ve yeni tanımlara ihtiyaç duyurmuştur. Ancak; bir kavram ve anlam olarak sanat kendini her zaman, en sahici yanıyla sanat eserlerinde ortaya koymuştur ve koymaktadır.
Her bakış açısından, her toplumsal algıdan farklı tanımlar geldiği için, “sanat budur” diyebileceğimiz net bir tanımımız yoktur. Ancak; sanata dair yapılmış bütün tanımlar ve tarifler bize sanatın ne olup ne olmadığına dair anlamlar sunmaktadır. Bize sunulan bu anlamlar, sanata bakışımıza yeni kapılar açar ve bizde farklı boyutlar oluşturur. Bunun temel nedeni de sanatın dinamik yapısıdır. Her tanımlama süreci anlama, kavrama ve aşma olayı ile birlikte gelir. Doğal sonuç olarak da sanat gibi dinamik bir üretim alanına ilişkin yapılacak her türlü tanım ve tanımlama çabası yetersiz kalacaktır.
Görüldüğü üzere bizim yazdıklarımız da bir başka sanat tarifine kapı aralamakta. Kavramlarla düşünebilen insan zihni, yeni kavramlara kapı aralayabilmek için, kullandığı kavramaları anlamak ve anlamlandırmak zorundadır. Bu bağlamda biz de sanata ilişkin tanımlamalardan yola çıkarak, sinema bağlamında kendini ortaya koyabilecek ve olabildiğince tüm sanat türlerini kuşatabilecek bir sanat tanımına ulaşmaya çalışacağız.
Milli Eğitim Bakanlığı’na ait Türkçe sözlüğün sanat maddesi sanatı şöyle tanımlanmaktadır. “sanat:1) bir duygunun, bir hayalin bir güzelliğin anlatılmasında kullanılan resim, müzik, mimari, edebiyat vb. yol ve usullerin tamamı. “zira san’at, güzellik yolundan kalbe hitab eder ve duyguları akıldan daha iyi şekillendirir.”(M.Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası,241 ) 2) Bu usuller neticesinde meydana getirilen mükemmel eser; resim, müzik, edebiyat v.b yollarla yaratılan sanat eseri.”
Azeri minyatür sanatçısı Adalet Bayramov sanat ürünlerini merkeze alarak kavramsallaştırmaya çalıştığı ‘sanat tanımı’nı, makalesinin son bölümünde şu şekilde ortaya koyuyor. "İnsanların, tabiat karşısındaki duygu ve düşüncelerini çizgi, renk, biçim, ses, söz ve ritim gibi unsurlarla güzel ve etkili bir biçimde ve kişisel bir üslûpla ifade etme çabasından doğan ruhsal bir faaliyettir.”
Prof. Dr. Şükran Esen, 80’ler Türkiye’sinde Sinema isimli eserinde sanata yönelik tanımlama çabalarını sanat nedir, başlığı altında ele alırken sanatçı ile toplum arasındaki ilişkinin nasıl bir anlam düzleminde cereyan ettiğini de ortaya koyuyor.
‘İnsan ve Sanat’ adlı kitabında Sezer Tansuğ “Tanım ve sınıflandırma formüllerinden çok, sanatın boyutlarını irdelemek, o arada bazı sorunlarını da farklı yaklaşımlarla ele almak yerinde olur kanısındayız” dedikten sonra sanat yapıtının özelliklerine de değinmektedir. “Sanat yapıtı kendine özgü mantığı olan ve çeşitli düzeylerde organize olmuş motiflerin içyapısal özelliklerine sahip bir üründür (…) Sanatçı, kitleyle sanat arasında bir inandırıcılık bağı kurmak istiyorsa, yalnızca oyuncuların hareketlerindeki şıklığı beğenen kitle anlayışını aşmak zorundadır. Çünkü sanat bir iletişimdir, çekiciliği hatasızlığı oranında ilettiği mesajın sorumluluğunu da taşır”. Sezer Tansuğ yine aynı kitabında ‘sanat kendine özgü bir güç sistemidir’ başlığı altında şu satırlara yer vermektedir. “bizce sanatın gerekliliği ya da gereksizliği tartışma konusu yapılamaz. Çünkü sanat, insanı çevreleyen tüm ilişkiler karmaşasının doğal, kaçınılmaz bir sonucudur. İnsanı sanatsal biçimler üretmeye iten zorunlu nedenler onun içinde mi dışında mı yoğunlaşır sorusu da yersizdir. Biz sanat olgusunu, insan varlığıyla toplumsal ilişkilerin kesin bir sonucu olarak görmek zorundayız.” Eleştirmen Atilla Dorsay’ın sözleriyle “sanat, yaşamın değişik prizmalardan yansımasından başka birşey değildir. En gerçek-dışı, en fantezi gözüken yapıt bile sonuç olarak hayata açılan bir penceredir” Orhan Hançerlioğlu ise Felsefe Ansiklopedisi’nde, sanat kavramına önce sözcük anlamı olarak, daha sonra da felsefi açıdan yaklaşmaktadır. Sözcük anlamını: ‘insanın nesnel gerçekliği estetiksel biçimde yeniden yaratması ve bunu yapabilme yeteneği olarak da tanımlanan sanat deyimi, bir işi güzel bir biçimde yapmak anlamına gelen ‘sun’ sözcüğünden türetilmiştir’ diye açıklamaktadır. Hançerlioğlu’nun yaptığı felsefi açıklamalardan da şu alıntıyı yapabiliriz “…sanat, nesnel gerçekliğin insan bilincinde estetiksel imgeler halinde yansımasıdır. Hiçbir olağanüstü gücün etkisiyle oluşmuş olmadığı gibi bir takım ne idiğü belirsiz duygu ve düşüncelerin de ürünü değildir. Çünkü insansal etkinlikle, eşdeyişle üretim süreciyle belirlenmiştir. Bundan ötürü de nesnel içeriğinden asla ayrılamaz (…) Sanatın gelişmesi toplumun gelişmesine örgensel olarak bağlıdır.”’ Sanatın gerekliliği üzerine bir kitap yazmış olan Ernst Fischer “sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir sanat” demiştir. Daha ileriki sayfalarda da sanatın ve sanatçının işlevlerine değinerek “( sanat ) insanın gerçekleri anlamasını sağlar, onları dayanılır bir biçime sokmasında insana yardımcı olmakla kalmaz, gerçekleri daha insanca, insanlığa daha layık kılma kararlılığını da arttırır. Sanatın kendisi bir toplum gerçeğidir. Sanatçı denen o üstün büyücü gereklidir topluma. Toplumsal işlevini unutmaması için sanatçıyı uyarmak da toplumun hakkıdır. Gelişen bir toplumda, çürüyen bir toplumun tersine bu uyarma hakkından kimsenin kuşkusu olmamıştır. Çağının düşünceleri ve yaşantılarıyla dolu olan bir sanatçı, gerçekliği dile getirmekle yetinmez, ona biçim verme amacını da güder.’ diye yazmaktadır. Sanatçı yaşadığı toplumun ürünüdür. O, toplumu tarafından yönlendirilmiştir. Yapıtlarında, yaşadığı dönemin ve toplumun izleri mutlaka bulunmaktadır. Bakınız, genel olarak sanatçıların kendi toplumlarından etkilenmelerini nasıl dile getirmektedir. Nazım Hikmet “sanatkar, ressam, şair, romancı, mimar, aktör vs. herşeyden önce insandır. İnsan herşeyden önce mücerret bir varlık değil, konkre bir varlıktır. Yani her insan muayyen, belirli, belli bir tarih devrinde, belli bir sosyetede, belli bir sınıfın insanı olarak vardır. Yoksa umumiyetle, mücerret olarak insan denilen bir şey, bir anlam mevcut değildir…şimdi bundan dolayı sanatkar da konkre bir insandır. Muayyen bir fizyolojisi, belli bir maddi fizyolojik, biyolojik yapısı vardır. Bu yapı belli bir tarih devrinde, belli bir sosyetenin içinde yaşar, o belli sosyetede belli sınıflar ve tabakalar vardır. Sanatkar insan bütün bu şartlar içinde eserini verir. Onun üzerinde doğumundan başlayarak bütün bu sayıp döktüğüm şartlar tesirini gösterir. Ve maddi şahsi yapısı, konkre muhitinden aldığı intibaları, bulunduğu tarih devrine, bulunduğu sosyeteye ve sınıfa göre aksettirir. Fakat bu aksettirme işi, bu muhteva esas olmakla beraber, kullandığı aletin, boyanın, kelimenin, notanın filan teknik imkanlarıyla da sınırlanmıştır. Bu suretle muhteva ile şekil arasında muhteva esas olmak üzere karşılıklı bir tesir vardır….”
Sanat ile toplum arasındaki ilişki toplum üzerinden sanatı anlamamıza yardımcı olduğu gibi sanat üzerinden de toplumu tanımamıza yardımcı olmaktadır. ‘Bir Film Nasıl Okunur’ isimli eserinin başında sanata ilişkin tanımı ortaya koymak isteyen James Monaco, ‘Sanatın Doğası’ adını verdiği makalesinin başlangıcında şunları ifade ediyor. “Bir zamanlar Robert Frost’un öne sürdüğü gibi, eğer şiir tercüme edilemeyen ise, o zaman sanat da tanımlanamayandır. Yine de denemek eğlencelidir. Sanat insani faaliyetin öylesine geniş bir alanını kapsar ki, neredeyse bir etkinlikten çok bir tutumdur. Yıllardan bu yana bu sözcüğün anlamının sınırları, derce derece ama anlamlı bir biçimde değişmiştir. Kültür tarihçisi Raymond Williams sanattan “anahtar sözcüklerden” biri olarak söz eder. Bunun toplum ile kültür arasındaki karşılıklı ilişkilerin kavranması için anlaşılması zorunludur. Örneğin “topluluk” “eleştiri” ve “bilim” gibi “sanat” sözcüğünün tarihi de, uygarlığımızın işleyişi hakkında bol miktarda bilgi verir. Bu tarihin bir değerlendirmesi göreceli olarak yeni sinema sanatının genel sanat modeline nasıl anlamamıza yardım edecektir.” Neresinden bakarsak bakalım; sanatı sanatçıdan sanatçıyı da toplumdan bağımsız algılayıp anlamamız mümkün görünmemektedir. Sanatçının yaşadığı toplumla, hayatla kurduğu ilişki ya da ilişkisizlik ilişkisi, bir dışa vurum olarak sanat ürünleriyle kendini ortaya koymaktadır. Burada akla gelecek ilk soru şu olacaktır. “ Hepimiz hayatın ve toplumun içindeyiz ve hepimiz bir şekilde kendimizi dışa vuruyoruz, o zaman hepimiz sanatçı mıyız ?” Bu soruya verilecek cevapla, sanata dair sanatsal bir tanıma ulaşabiliriz. Irwin Edman ‘Sanat ve İnsan’ adlı kitabında, sanatın üç işlevinden söz etmekte, bunları yaşantının yoğunlaştırılması, aydınlatılması ve yorumlanması olarak sıralamaktadır. Edman, sanatı salt bir kaçış olarak görenlere karşı çıkmakta “bu kuram estetik yaşantı hakkında doğru olan şeylerin çoğunu dikkate almamakta; sanat zevkinin zengin ve olumlu yönlerini küçümsemektedir.” diye yazmaktadır. “seyircinin gözü, insana özgü bütün geniş ilgileri ve duyguları yansıtan bir insan gözüdür. Dinleyicinin kulağı, kelimeleri tınlayışları için olduğu kadar, anlamları için de dinlemiş, kelimeleri duydukça çağrışımlar yapan insan kulağıdır. Ancak bazı durumlarda ve bazı kimseler için sanat, bütün çatışmaların uyuşturulup sadece zevkin tatmin edildiği, parlak ve doyurucu bir şekil cennetine, teselli edici bir düş alemine kaçış olabilir” diye açıklamasını sürdürmektedir.
“İnsanın iyiye, güzele, doğruya doğru yönelişi; insan olmaktan gelen tüm değerlerin yüceltilmesi olan sanat, sanatçının içinden çıktığı toplumun, giderek toplumun içinde bulunduğu dünyanın bir ürünüdür. İnsanın bugünü kavrayıp, yorumlayıp, geleceğe uzanmasıdır.”
Sanat ve sanatçı, sanatçı ile toplum arasıdaki ilişki bize bu kadar iç içe geçmiş bir durumu sunuyorsa, sanatçının dünden bugüne toplumsal koşullardan beslendiğini söyleyebiliriz. Bu da geçmişten bugüne toplumsal birikmişlik olgusunun sanatçının yaşamsalında, düş ve düşünce dünyasında, bir dışa vurum olarak aldığı formla ( sanat ürünü) yarına uzanan anlam dünyasını işaret etmektedir. Tüm bu verilerden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz. Sanat; toplumsal bir varlık olan insanın aşkın duyuş ve düşünüşünü etkin iletim kanalları, formları ile topluma yeniden sunabilme becerisinden doğar. Ancak burada sanatın artık yok olduğunu iddia eden Jean Boudrillard’ın kışkırtıcı açılımını da ifade etmemiz gerekiyor. “sanatın her yerde çoğaldığını görüyoruz. Sanat üzerine söylem ise daha hızlı çoğalmaktadır. Ama sanatın ruhu yok oldu. Macera olarak sanat; şeylerin daha üstün bir oyunun kuralına boyun eğdiği, gerçekliğe karşıt bir “başka sahne” kuran, bir tuvalin üstündeki çizgi ve renkler gibi, varlıkların anlamlarını yitirip kendi varlık nedenlerini aşarak bir baştan çıkarma süreci içinde ideal biçimlerine ( bu onların kendi yok olmuş biçimleri olsa bile ) ulaşabildikleri aşkın bir figür olarak sanat yok oldu. Kültür adıyla tanıdığımız estetik değerlerin düpedüz üretiminden-göstergelerin sonsuza değin hızla çoğalmasından, geçmiş ve güncel biçimlerin yeniden kullanıma sokulmasından-sanatın ayıran simgesel uzlaşma niteliğiyle sanat yok oldu. Ne temel kural ne yargı ölçütü ne de zevk var artık. Günümüzün estetik alanında, kendi kullarını tanıyacak Tanrı kalmadı; ya da başka bir metafor kullanırsak, estetik zevk ve yargıya ilişkin hassas terazi yok artık. Sanatın durumu, tıpkı gerçek zenginlik ya da değere çevrilmesi imkansız olduğundan artık değiş tokuş edilemeyen ve bundan böyle yalnızca dolaşan paralar gibidir.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder