23 Kasım 2010 Salı

SANAT NEDİR ( II )

Sanatın kavramsal tanımına dair geldiğimiz nokta; sanatın aşkın duyuş ve düşünüşün etkin iletim kanalları, formları ile topluma
( dışarıya, ötekine ) sunumudur, şeklindeki bir tanımlama oldu.
Bu tanımda başlı başına tartışılması ve açığa çıkartılması gereken kavramları barındırmakta. Aşkın ne demektir ve insanın duyuş ve düşünüş olarak aşkınlığı neyi ifade etmektedir. Ve tabi daha can yakıcı bir soru, insan nedir?

Bir insan için hayatı ve insanı kavramak mümkün değildir, ancak anlamak mümkündür. Anlamak ve kavramak arasında kapsayan ve kapsanan ilişkisi mevcuttur. Kavramak anlamayı kapsar. Türk dil kurumu sözlüğünde kavramak: Bir nesne veya düşüncenin her yönünü anlamak, iyice anlamak, şeklinde tanımlanmış.
Kişinin anladığını kavradığını zannetmesi aynı anda anladığı şeyi de anlamadığını ifade eder. Anlamak, şahsın kişiliğini, duruşunu etkileyen; zaman, çevre, toplum, tarih ve kültürle şekillenen bir kavramdır. Ve değişkenlere bağımlı olarak kendi dinamizmini sağlar.
Kavramak ise kuşatmak, sıkı sıkıya sarmak, tutmak, mutlak kontrolünde tutmak gibi anlamlara gelir. Her anlama süreci bir kavrama çabasını beraberinde getirir ancak bu çaba bizim de yaptığımız gibi bir kavramsallaştırma hareketine evrilir. Kavramlaştırabilme kavramışlığın göstergesi olarak durur karşımızda.
Kavrayış sanrısı bir donukluğu ve ölüklüğü oluşturur, hayatiyete son verme durumunu oluşturur insanın kavramsallaştırma çabaları. İlginçtir ki hepimiz bunu hayat bulmak ve hayatı dinamize etmek adına yaptığımızı iddia ederiz. İnsanoğlu giriştiği bu süreçle kendi sonunu yani kıyametini hazırlamakta. İşte aşkınlık anlama çabasındaki insanın kavrama sürecini zorlaması, sınırlamalar getiren tanımlamaları yeterli bulmayıp hayatın ve eşyanın künhüne vakıf olma mücadelesini sürekli kılmasını ifade etmekte.

Peki nedir duyuş ve düşünüş. Duyuş ile kast ettiğimiz insanın hissiyatına, his dünyasına yönelik olanı, ve oradan geleni ifade etmeye yönelik bir kavram. Yani daha çok “kalbi olan” şeklinde ifade edilen genel geçer algıya göndermesi olan bir kavram. Düşünüş ise aklın işlevlerine ve mantığa göndermede bulunuyor. Bu ayrıştırma dualist bir algıdan çıkan kavramsallaştırma gibi durmakta. Ancak böyle bir durum söz konusu değil. İnsanı ve algısını parçalamadan ulaşmak istediğimiz nokta, yazı dilinin ve çağdaşımız insanın parçalanmış zihninin sunabildiği imkanları merkeze alarak gerçekleşmektedir.

Varlık sancısı çeken ve çekmek durumunda olan insan varlık alemine gönderilmeden önce melekler ile Allah(cc.) arasında geçen şu diyalog
Bize hayatı ve insanı anlamamıza dair çok güçlü bir veri sunmakta.
Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.
Bu ayette geçen verilerden yola çıkarak işlem yapmak için illa da bir olan Allah’a iman etmiş olmak gerekmiyor. Her insan kendisi ve ötekisi üzerinden yapacağı kısa zamanlı gözlem ve düşünme eylemi ile işaret edilen noktaya dair zihinlerde sağlıklı ve sağlam bir açılımı sağlayacaktır.
Peki nasıl düşünür insan. Ayette cevaplanan soru aslında buraya tekabül etmekte. İnsan kavramlarla düşünür ve onun için insan kavrama ve kavramsallaştırma çabası içindedir. İnsan ister kendisine tanrı tarafından öğretilen ve öğrenme kabiliyeti verilen bir düşünme yetisine sahip olsun, isterse de tarihsel, toplumsal koşulların getirdiği nokta ve kazanımlar bakışı ile olsun insan oğlu eşyanın isimleri ile düşünür. Bu durum tabi olarak insan ile eşya arasındaki ilişkinin ifadesidir. Eşya ile muhatap olma O’nu kavramış olma anlamına gelmiyor. O’nu tanımlamış olmak ismini bilmek de bu anlama gelmiyor. Tanrının bu isimleri öğretmesi ya da öğrenme yetisini, akl’letme yetisini insana vermesi insanın eşyayı kavradığı anlamına gelmiyor.
İnsanın eşyanın isimleri ile düşünebilmesi O’nunla girdiği ilişki ile şekillenmekte. Ve bu şekil yeni eşyaların ve kavramların oluşumuna yol açmakta. Kavramlar da kavrama çabasının gönderenleri, işaretleri olmaktan öte durmamakta.
Yani insanın eşyanın isimlerini öğrenmesi ve öğrenme yeteneğine sahip olması bir veriyi ifade etse de bunun devamlılığı insanın eşya ile ilişkisi ile şekillenmektedir.

İlk insan Adem’in çocukları Habil ve Kabil arasında geçen kan dökme ve cinayet olayı aynı zamanda insan eşya ilişkisinin tarihsel olarak yaşamsal düzlemde ilk önce ne şekilde geliştiğini göstermekte. Kuran’ı Kerim haricindeki diğer kutsal kitaplarda da yer alan kıssa, kiminde detaylı kiminde ise daha kısa bir şekilde farklılıklar arz ederek anlatılmakta. Ancak eşya ile olan ilişki kısmı hemen hemen aynı. Kuran olayı şu şekilde anlatıyor.
Onlara Âdem'in iki oğlunun olayını doğru olarak anlat. İkisi birer kurban sunmuşlardı. Birinin kurbanı kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kendisininki kabul edilmeyen 'And olsun, seni öldüreceğim' deyince, kardeşi 'Allah yalnız saygılı olanlarınkini kabul eder' cevabını vermişti. 'Eğer, öldürmek için bana el kaldırırsan bile, ben öldürmek için sana elimi kaldırmam, doğrusu ben dünyaların Rabbi Allah'tan korkarım.'
'Ben, hem benim ve hem de senin günahınla dönüp ateşliklerden olasın, isterim. Bu, haksızların cezasıdır.' Bunun üzerine bencilliği kendisini kardeşini öldürmeye götürdü de kardeşini öldürdü. Böylece kaybedenlerden oldu. Allah, kardeşinin cesedini nasıl örteceğini ona göstermek üzere, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. O 'Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ayıbını örtmek için bu kargadan da mı aciz oldum?' dedi de, böylece yaptığına pişmanlık duyanlardan oldu."

Tarihsel yaşanmışlığından öte bir metafor olarak ele alındığında bu kıssa bize “İnsan-Eşya-Tanrı-Doğa” ilişkisinin nasıl bir iç içelik ifade ettiğini, her birinin diğerini nasıl beslediğini göstermektedir.
Eşyanın bilgisine vakıf olabilme onunla sağlıklı bir ilişki geliştirme ile olacaktır. Verili olan eşya üzerinde iddia edilen mutlak sahiplik tavrı
İnsanın kardeşi ve Tanrı ile olan ilişkisini de belirlemekte ve bozguncu bir durumu ortaya çıkarmakta.

Şayet Kabil kurbanına bakışını tahakküm eden adamdan hakkını veren adam şeklinde şekillendirmiş olsaydı, Hak’ka yaptığı adağın da hakkını vermiş olurdu. Adağının hakkını veremeyen Kabil aynı kafa yapısı ile kardeşinin hakkını vermesi tabi ki mümkün olmayacaktı. Sonuçta doğa ile baş başa kalması, karganın yavrusunu gömmesi Kabil’i kendine getiren güçlü bir veri oluyor. Doğa ile girilen ilişki de bir bozgunculuğun olmaması, doğanın dirliği karşılığında kendi ölümcül hatasını fark etmesini sağlıyor.

Aşkın olma çabası kişinin eşyayı ve kendini aşma çabasıdır. Ve bu bilgi ile gerçekleşecek bir durumdur. Bilginin insandaki işlemsel mekanizması akıldır. Verili düzlemde gerçekleşen düşünme süreci bilginin içselleşmesine yol açar. İsimleri ile düşündüğümüz eşya diri bir varlıktır, doğa diri bir varlıktır, insan diri bir varlıktır, Allah diri bir varlıktır (HAY), ve HAYat diri bir varlıktır. Bu diri olma hali ve ilişkiler ağı bilme sürecinin verileri ile insanı verisiz bir düzleme de taşır.
Kişinin; eşyanın, tanrının, kardeşinin, doğanın hakkını vermesi ile gerçekleşecek bir durumdur bu. Hakkını vermek denilen şey de Hak ile direkt ilişkilidir. Hak bilgisi ile bu durum gerçekleşir aksi taktirde oluşan bozgunculuk, haddi aşma, aşkınlaşmayı değil taşkınlaşmayı, şaşkınlığı ve bozgunculuğu oluşturur. Tüm bu süreçler insanın kendine olan yolculuğuna arınma ve kirlenme şeklinde yansır.
Kuranda “fitne” kavramıyla ifade edilen arınma süreci, cevherin pislikten arınması, ateş olan bir arınma ile olacaktır. Bu arınma süreci kişinin aşkınlaşma sürecinin adıdır.

Kişinin eşyanın isimlerini bilme bilgisi ve bu bilgi ile hayatı ve insanı bilme çabasında olması, klasik felsefenin temel sorularından biri olan bilgi nedir, sorusunu önümüze koyuyor. Bilgi nedir sorusuna vereceğimiz cevap bizi
Aşkınlaşma dediğimiz sürecin nasıl şekillendiğine götürecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder